
Kapalı bir mekanda bir süre kaldıktan sonra bir iç sıkıntısı başlar. Açık havaya, dışarıya çıkmak, bir biçimde doğa ile bağlantı kurmak isteriz. Ancak gözden kaçırdığımız bir şey vardır aslında. Dışarı çıktığımızda bir “içeriden” diğerine geçeriz hep: Daireden büroya, evden en yakındaki mağazaya ya da kafeye. Başka yerlerde, başka şeyler yapma hayalini taşırken yeni bir içeri hapseder bizi devamında…
Dışarısı, bir geçiştir adeta, kendine ait hiçbir değeri yoktur. Eller cepte, hızlı adımlarla çoğunlukla zorunluluktan katedilen mesafedir sadece. Bazen de sadece “hava almak” için dışarı çıkarız, kendimizi nesnelerin ve duvarların ağırlığından kurtarmak için. Yürek karartan içerilerde, güneş halen yukarıda parlarken “soluklanmak” isteriz; bu ışıktan mahrum kalmak haksızlık gibi gelir bize. Bir yerlere gitmek değildir amacımız, sadece dışarıda olmaktır.

Oysa ki, günlere yayılan yürüyüşlerde her şey tersine döner. “Dışarısı” artık bir geçiş değil, süreklilik halidir. Bir sığınaktan ötekine geçilir, değişen şey “içerisidir” artık. Aynı yatakta iki kere uyunmaz mesela, her ortam yeni bir sürprizdir; çeşit çeşit duvarlar, taşlar. Bu içeriler aslında kilometre taşlarıdır, dışarıda daha uzun süre kalmayı sağlayan araçlardır, geçişlerdir.
Bu kaçma dürtüsünün tarihi çok daha eskilere dayanır aslında. Okuyacağınız satırlar 1200 yıl önce Han-Shan adında bir ozan tarafından yazılmış: “İnsanlar bu dağlara pek gelmez, Beyaz bulutlar toplanır tepemde, dalga dalga. Otlar bana yatak, mavi gökler bana yorgan. Başımın altına koyduğum taşla mutluyum. “

Ne kadar sosyal olursak olalım, arada sırada her şeyden elimizi eteğimizi çekip yalnız kalmak isteği hepimizin benliğinde yatan bir duygu. Ot yerine uyku tulumu, taş yerine şişirilmiş bir yastık kullanmak, yürümek yerine bisiklete binmek pek fark etmez. Yeter ki ne yaptığınızı bilesiniz. Thoreau, “Ben doğada bizi çeken gizli bir mıknatısın olduğuna inanırım.” der.
Neden Doğa İle Bağlantı Kurmalıyız?
İnsanlar uzun zamandır doğada olmanın zihin ve beden için iyi olduğunu sezdiler. Pek çok kişi doğayı şifa ve kişisel gelişim için bir yer olarak gördü. Neden doğa? Kimse tam olarak bilmiyor; ancak evrimci biyolog E. O. Wilson’ın “biyofili” teorisinden türetilen bir hipotez, insanların doğa deneyimlerini aramalarının evrimsel sebepleri olduğunu öne sürüyor. Bu evrimsel ihtiyaç neden doğal ortamlara kaçma ihtiyacı duyduğumuzu bir biçimde açıklayabilir.

İyileşmek için biraz olsun doğaya ve doğamıza dönmemizin vakti geldi de geçiyor. Kişi yaşamak istiyorsa, nefes almak istiyorsa, görmek, dokunmak, koklamak, dinlemek ve en önemlisi gerçek bir dünya da var olduğunu anlamak istiyorsa elini kapının koluna uzatmalı ve kapıdan dışarıya çıkmalıdır. Bütün bunların ötesinde Thoreau’nun bir sözü aklımızda olmalıdır kendimizi doğanın kucağına bıraktığımızda: “Aradığınız cennet yukarıda olabileceği gibi, ayaklarınızın altındadır da.”
Bu yazılarımıza da göz atmak isteyebilirsiniz:
- Doğa Yürüyüşleri Beynimizi Nasıl Etkiliyor?
- Tesadüf Sonucu Dağcı Olan Barbara Washburn’u Hatırlayalım
- Bajau Kabilesi: Uzak Doğu’nun Okyanus Gezginleri
- Denizde En Uzun Süre Kalma Rekoru Sahibi Poon Lim’in İlginç Öyküsü
- Kent Yaşamının Ruh Sağlığımız Üzerindeki Etkileri
Kaynaklar:
- Frederic Gros; Yürümenin Felsefesi; Kolektif Kitap
- What Happens When We Reconnect with Nature; https://greatergood.berkeley.edu/
YolveMacera